Sanatçı, her sergisinde olduğu gibi resimlerinin yanı sıra üç boyutlu işlerinin de yer aldığı bir eser seçkisini sergiliyor. Akademideki öğrencilik yıllarından bu yana kendi anlayışı çerçevesinde kolaj ve asemblaj, enstelasyon örnekleri yapan Yusuf Taktak, resimlerinde ve büyük kutular üzerine karışık teknikle yaptığı çalışmalarında gerçek ve yanılsamayı birlikte değerlendiriyor.
Kişisel sergisi devam eden Yusuf Taktak ile Yeniçağ adına söyleşide bulunduk.
Yeniçağ: ‘Zaman’ denince akla öncelikle Jean Paul Sartre ve Marcel Proust gelmektedir. Siz kendi ‘zaman’ınızla ilgili neler söylemek isterdiniz?
Taktak: ‘Zaman’ kavramını ben pek çok sergimde kullandım.Yaklaşık yirmi sene oldu, her sergimde ‘zaman’la ilgili göndermelerim var, sergilerin isimleri var, yapıtlarımda atıflar var. Bu sergimi de ‘Başka bir mekan, başka bir zaman’ diye adlandırdım ama zaman kavramı farklı kavramlar içersinde devam ediyor. Yani ‘zaman’ kavramıyla iç içe geçirdiğim bazı simgeler var bu resimlerde. Örneğin bisiklet bunun en önemli göstergelerinden biridir.
Yeniçağ: Sizin sembolünüz haline gelmiştir.
Taktak: Hem benim mührümdür ve hem de insan yaşamının dolaylı olarak simgesidir. O yüzden zamanı gösteriyor. ‘Mekan’ denince her şeyden önce yaşadığımız en son depremi düşünüyoruz, çok acı ve dramatik günlerdi. O günlerde ben tuallere ev resimleri yapıyordum. Ama öörenciliğimden beri devam eden kolaj ve asamblaj resimlerim var benim. Nitekim onlardan yola çıkarak evi üç boyutlu şekilde kutularla beraber resmin içine soktum. ‘Zaman’ ve ‘mekan’ resimlerde benim sürekli işlediğim iki kavramdır. Kullandığım öbür elemanlar ise benim resmimi oluşturuyorlar. Ben direkt değil de endirekt anlatmayı seven birisiyim. Özünde sanatın da bu olduğunu düşünüyorum.
Yeniçağ: ‘Ev’ demişken, Orhan Kemal’in evini yapmıştınız, Aziz Nesin’in evini yapmıştınız.
Taktak: Aziz Nesin anıtı yaptım bi tane, onu Vakıfa verdim. Ama Orhan Kemal’in evini vermedim, bende duruyor. Bir sonraki işim Nazım Hikmet olacak, üçlü bi şey yapmak istiyorum.
Yeniçağ: Nazım Hikmet’in gerek edebiyatı ve gerekse kişiliği yaratıcı insanlardan toplumun dertlerine kayıtsız kalmamayı talep ediyor. Aynı zamanda Jean Paul Sartre da aydınları zamanın onların sırtına yüklediği sorumluluktan kaçmamaya çağırıyor. Sizce bugün Türkiye’de aydınlar bu görevi ne derecede yerine getiriyor? Yarım asrı geçmiş sanat yaşamınızda toplumsal olaylardan yakanızı kenara çekmediğinizi biliyoruz.
Taktak: Şairlerin şansı insanlara sözle hitap etmeleridir, dertlerini doğrudan anlatarak insanları yüreklendirebiliyorlar. Oysa resmin şansı ve şanssızlığı renk vasıtasıyla sözlerimizi geçirme olasılığının düşük olmasındadır. Nazım Hikmet deha bir söz insanıdır. Müthiş bir kültür, müthiş bir sanatçı yüreği. Her zaman kalbimizde olacak. Resmin şansı duvarlarda asılı durmasına rağmen sözsüz olması onun şanssızlığıdır. Yani söz yoktur orada. Ancak görmekle alakalı birtakım ipuçları verebiliyor insanlara, zihninde birtakım şimşekler çaktırabiliyor. Her sanat dalının kendine özgü bir söylem tarzı vardır. Herkesin kendine göre olanakları ve olanaksızlıkları var bu bağlamda.
Yeniçağ: Peki aydının üzerine düşen misyon bakımından toplumsal olaylara tepki vermesi veya vermemesi bakımından Türkiye’de bugünkü durum nedir?
Taktak: Çok zordur. Ben ilk gençlik yıllarımda büyük büyük duvar resimleri yaptım, ama halka sanatın ne anlama geldiğini, yani sanatçının fildişi kulesinde yaşayan bir varlık olmadığını, bizim de farklı özelliklere sahip fertler olarak halktan biri olduğumuzu ve resim sanatı kültürüne erişmelerini istemiştik. Zaten uygarlık da her şeyden önce bilmeyi talep ediyor. Bence sanatçı toplumdan geri durmamalı, her ne yaparsa yapsın toplumla bütünleşmesi gerekir. Bildiklerini, gördüklerini halka anlatması gerekir sanatçının. Kim olursa olsun yaklaşımın bu olmalıdır. Mesela, sizden önce gelen bir hanımefendi üç üniversite bitirmiş bir kadındı. Müthiş bilgiye ve birikime sahip. Onunla resimler üzerine tartıştık. Bunlar bizim de sanat duygularımızı besliyorlar.
Yeniçağ: Altmış seneden bu yana sanatın içinde olan bir sanatçı olarak şu anda ağırlık sizin kuşağın omuzlarındadır. Türkiye’de sanatın geldiği yerden memnun musunuz? Her bakımdan: Koleksiyoncuya ulaşma, yurt dışına açılma, galerilerine, müzayedelerin durumu bakımından.
Taktak: Tabii ki hiçbir zaman memnun olmadığım gibi bugün de memnun değilim. Çok daha fazlası olması gerekirdi. Çünkü ben Akademiye girdiğim yıllarda çok müthiş bir coşkuyla çalışmştım. Bu süreç içersinde geldiğim noktada sadece kendimi kendim yapmam beni memnun ediyor. Bu, kesinlikle kendini beğenmişlik değildir. Devlet hiçbir zaman destek olmadı. Tersine, bize gölge etmemeleri için dua ediyoruz. Başka bir şey istemiyoruz devletten. Yani yurt dışında bir sergi açmaya kalksanız çıkarmadıkları hiçbir zorluk kalmıyor. Hayatımız boyunca bu tür şeylerle uğraşıyoruz. Çoğu arkadaşımız gibi benim de gümrüklerde kalan resimlerim oldu. Yani biz kendi çabalarımızla Türk kültürüne yardımcı olmaya çalışıyoruz, onu yükseltmeye çaba gösteriyoruz. Resimlerimi sergi duvarlarına ben kendim asıyorum, hep almak istedikleri vergilerden kurtulmaya çalışıyoruz v.s. Sorunuza cevap olarak bunun sadece bana özgü bir şey olmadığını söyleyerek tüm sanatçılarımızı kutlamak istiyorum. Kendi çabalarıyla bunları yapıyorlar.